Buradasınız: Ana Sayfa > ANKYRA VE ANKARA > ANKARA HALK MÜZİĞİ

 

Halk Müziği
Her yörede olduğu gibi Ankara yöresinde de halk müziği, halkın yaşam biçimini, duygu ve düşüncelerini yansıtan halk bilimi ögelerinden biridir ve çoğunlukla, yöre oyunlarıyla iç içedir. Yöreden yöreye farklı yaşam biçimlerine koşut olarak halk müziği ve oyunları da değişiklikler gösterir. Bu değişiklik oyunların figür ve müzik karakterlerine ve kullanılan halk çalgılarına (sayı veya tür olarak) da yansımıştır.
Ankara yöresi halk müziğinin temel taşı, Orta Anadolu bozkır yaşam tarzı ile yöre halkının Orta Asyadan taşıdığı yaşam biçiminin ortak ürünüdür, denilebilir. Orta Asya geleneklerin etkisi yöre halk oyunlarında ve seğmenlik töresinde açık olarak görülmektedir.
Ankara yöresi halk müziğinde bağlama, en başta gelen halk çalgısı olarak göze çarpar. Ayrıca davul, zurna, kaval, zil, kaşık, ada düdüğü, ney, meydan sazı, darbuka ve üç boğumlu dilli kaval da kullanılan diğer sazlardandır.
Ezgi yapısı, yanaşık seslerle tiz seslerden başlayıp, peslere doğru aşamalı bir akış gösterir. Ritmik yapıda iki ve dört zamanlı usuller yaygın olup, yanısıra, dokuz zamanlı usullerdeki türkülere ve ölçüsüz bozlaklara da rastlanmaktadır.
Ankara yöresinde çeşitli ayaklarda türkü, halay, oyun havaları, deyiş, zeybek, karşılama, semah havası, muhabbet (cümbüş) havası, sinsin, güreş havası ve taklitli oyun havası çalınır, söylenir. Bu ayaklardan bazıları garip, bozlak, kerem, yahyalı kerem, misket, kalenderi ayaklarıdır.
Ankara ilçelerindeki halk müziğine bakıldığında şu özellikler dikkati çekmektedir.
Çubuk ilçesinde “cunbuş” denen söyleşi toplantılarında oyun müziği Misket, Ankara Koşması, Zeybek gibi ezgilerden oluşur.
Kızılcahamam ve köylerinde yöreye özgü türkü söyleme biçimi gözlemlenmiştir. Cümlelerin sonları uzatılır, uzunca bir susmadan sonra türkü yeniden sürdürülür.
Türkmen kültürünün egemen olduğu Haymana yöresinde Sinsin, Halay, Değnek, Yandım Şeker, Misket, Zabahi oyun müziği türleridir. Bozlak, ağıtlar ve düğün havalarının söylenişi geleneksel olarak sürdürülür.
Nallıhan, Beypazarı, Ayaş gibi ilçelerin müziği diğer ilçelere oranla oldukça farklılıklar göstermektedir. Bu yörelerde halay havalarına rastlanılmadığı gibi bozlak tipi uzun havalar da yoktur. Görünen en yaygın tür karşılamalardır. "Meşeli" türküsü aynı zamanda bir oyun havası niteliğindedir. Kadınların def eşliğinde söyledikleri ezgilerle ritm güçlüdür.
Halk Çalgıları
Bağlama: Bağlama genellikle kestane, dut, ceviz, kavak ve iğde ağaçlarından yapılan bir halk çalgımızdır. En değerlisinin ceviz ağaçlarından olduğu söylensede halk arasında dut ağacından yapılmış olanları daha fazla kullanılmaktadır.
Bağlama yurdun her köşesinde kullanılmasına karşın boy ve biçim bakımından henüz standartlaştırılmamıştır.
Bağlamada gövdeye, "tekne" veya "çanak", üstüne "yüz" veya "göğüs", perde bağlarına "semia", koluna "sap",büyük köprüye "eşik", kulaklara "burgu", tellerin dipten bağlandığı yere "telkanca" ve mızraba "tezene" denmektedir.
Ankara yöresinde kullanılan bağlama düzenleri aşağıda verilmiştir. Bozuk düzenler herkesce bilinmemektedir. Bunlar bağlama ustalarının kendine özgü düzenleridir. Düzenler söylenecek türküye göre değiştirilebilir. Şimdiye kadar tesbit edilen Ankara yöresi bağlama düzenleri şunlardır.
İSİM I. tel II. tel III. tel
1 Bozukdüzen fa si sİ
2 Bozukdüzen fa si fa
3 Bozukdüzen fa fa do
4 Bozukdüzen fa si fa
5 Karadüzeni fa si mi
6 Bağlama düzeni fa si do
Bağlamada üç çift olmak üzere toplam 6 tel bulunur. Burguların ve düğmenin delik zenginliğine bağlı olarak tel sayısı altta 3, ortada 2 ve üstte ine üç olmak üzere, toplam 8 telde olabilir.
Nefesli Çalgılar: Düdük ve kavalların ağaçtan yapılanı olduğu gibi madeni olanları da vardır. Bunlar kendi aralarında yine dilli veya dilsiz olarak 2 ye ayrılırlar. Kaval çeşitlerinden üç boğumlu dilli kaval erik ağacından yapılır ve yaklaşık 90 cm. boyundadır.
Zurna Ankara yöresinde bazı zeybeklere ve halaylara eşlik etmede davul ile birlikte kullanılır. Genellikle zerdali ve kara erik ağaçlarından yapılır. En ucunda ses üretmek için kullanılan kamış bulunur. Kamışı gövdeye bağlayan kısma metef, kamışın dudaktan kaymasını önleyen kısmına ise zaynak denir. Zaynak kuyumcularda özel olarak yaptırılır.
Vurmalı Çalgılar: Davul ve def Ankara yöresinde kullanılan en yaygın vur- malı çalgılardır. Def koyunun veya altı aylık yavrusunun derisiyle yapılır. Deri üç tarafına "zengirdek" denilen madeni cisimler takılan kasnağa gerilir.
Divan
Divan, Ankara yöresinde çalınıp söylenen bir halk müziği türüdür. Bağlama çalmanın töreye bağlı olduğu Ankara’da en iyi bağlama çalan kimse ortaya yüksek bir yere bağdaş kurarak oturur, ikinci derecede bağlama çalanlar etrafına dizilirler. Bu anda oldukça sessiz olunması adettedir. Önce "Ağa" teller üzerinde bir gezinti yapar diğerlerine ayak ve düzen verir daha sonrada yalnız başına bir divan söylerdi. Bu divanlar nazım şeklinde olup çeşitlilik göstermektedir. Bu geleneğin son temsilcilerinden Genç Osman bu divanları okumakta büyük bir usta idi. Her ortamda divan okunmaz kendi deyimiyle "Ham ervah bu incelikten ne anlar" derdi.
Kırat
Kırat, yöre halkının savaşta gösterdiği kahramanlık öykülerine girmiş, yiğitlere yoldaş olmuş, yiğitle vuruşmuş, onunla birlikte ölmüştür.
Kıratlara örnek olarak vermeyi düşündüğümüz Ankara Kırat'ının öyküsü kısaca şöyledir:
Ankara'da ulaşım kervanlarla yapılırken, kervan sahibi bir ağanın dillere destan bir kıratı varmış. Kervanın konak verdiği yemyeşil kırlarda güzel bir kız edasıyla sekip gezen kıratı gören göçebe çingeneler bir kolayını bulup kıratı kaçırmaya kalkışmışlar. Kırat ise çingenelere karşı koyup başını vermemiş. Birkaçını çiftesiyle yere sermiş. Canı yanan çingenelerden biri büyük bir odun bulup hışımla ata vurarak onu kanlar içinde bırakmış. Bayılan atı çingeneler alıp kaçırmışlar ve o günden sonra kıratın izine rastlanmamış. Bu ünlü Kırat'ın arkasından bir türkü yakılmış:
Kıratın üstüde bir büyük yayla
Çok ekmekler yedik gel helal eyle
Varınca pedere doğruyu söyle
Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
Ördek uçtu da viran kaldı gönlümüz
Kırat gitti de nic'olur halimiz
Nerde kaldı da garip ölümüz
Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
Şu dereden çağıl gider de kuş gelir
Bizim develer de dolu gider boş gelir
Benli kızın da gözlerinden yaş gelir
Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
Gezdir ağam da gezdir Kırat'ı gezdir
Belki lazım olur nalını düzdür
Kargının ucuna arzuhaller yazdır
Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
Kıratın üstüne ben binemedim
Sağıma soluma çark gibi dönemedim
Dostumu düşmanımı ben bilemedim
Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
Kıratın üstünde bir büyük yayla
Ne diyim ağalar kaderim böyle
Kör olası çingan çayıra kondu
Çayırın ortasında körüğünü koydu
Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
Akşam olur Kırat yimez yemini
Çakın sikkesin gevsin gemini
Ben süremedim de çingan sürsün demini
Alnı top kaküllü bir gelin vurdu beni
Muhabbet Havaları
Muhabbet, daha çok yaşlı ve olgun kimselerin oluşturduğu topluluğa denir. Bu toplantıda içki ve saz bulunur ve sık sık savak verilir. (Bağlama çalan dinlenir) Bu dinlenme aralarında genellikle toplulukta bulunanların en yaşlısı konuşur, diğerleri dinlerler. Tarihe geçmiş öyküler kısa ve tatlı fıkralar anlatılır, söz bitince tekrar bağlama çalınmaya başlanır. Bağlama çalınırken kesinlikle konuşulmaz, bağlama çalan kimseye hiçbir şekilde şunu veya bunu çal diye müdahale edilmez. Muhabbet havalarına sesi uygun olanlar katılırlar. Muhabbet havalarının en ünlüsü örnek olarak aşağıda verilen "Ankara Sürmelisi" dir.
Sürmelinin kaşlarına mailem
Ayda bir selamın gelse gailem
Senin gibi iki dinli değilem
İki dinli yare kul ettin felek
Sürmelim giderse ben de giderim
Sürmelimin yoluna bu canı feda ederim
Bilmem kaderim de bilmem tecellim
Ölmeyince gönül yardan ayrılmaz
İki gider bir ardıma bakarım
Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim
Ah! dedikçe kara bağrım çekerim
Ölmeyince gönül yardan ayrılmaz
Yüce dağ başında kar beyaz beyaz
Kadir mevlam bir güzel de bana yaz
Elmadan kırmızı pamuktan beyaz
Ölmeyince gönül yardan ayrılmaz
Gidiyorum gidiyorum habarın olsun
Bahçende güllerin sararıp solsun
Yeni yar sevmişsin mübarek olsun
Bir de ben severim canım sağ olsun
Yarin yadigari bana bir nohut
Ben ölürsem ruhuma bir yasin okut
Eğer cenazeme yetişemezsen
Kabrimin başında ağla bir vakit
Bülbülü suladım altın tasınan
Çok günler geçirdim kara yasınan
Ben seni sevmiştim bir havasınan
Havası gönlünde kalan meleğim
Oturak Havaları (Kıvrak Zil Havaları)
Muhabbet ve oturak havaları biçim ve içerik olarak birbirinden farklı özellik gösterirler. Oturak aleminde saz ve içkiden başka kadın da olur. Oturak alemleri daha çok genç delikanlılar ve evlenmemiş erkekler tarafından yapılır.
Para ile tutulan kadınlar içki ve meze servisi yaparlar. Bu kadınlar dantelli ve büzmeli gömlekleri üzerine sırmalı, simli işlemeli yelek giyerler.
Saz kırık, kıvrak zil havalarına başlayınca kadınlar ortaya çıkıp, ellerin de ya dökme ziller ya da kaşıklarla oynarlar. İşte bu kıvrak zil havalarından bir örnek:
Havuzun ortasında
Havuzun ortasında hocaya bak hocaya
Acep kızlar dir mi ola biz de varsak kocaya
Kaldır kollarını da oynat parmaklarını
Gız sana kurban oluram da öptür yanaklarını
Ak üzümü de koparırlar güz günü
El hastası değilim ki benimki yar üzgünü
Kaldır kollarını da oynat parmaklarını
Gız sana kurban olurum da öptür yanaklarını
Bozlaklar
Bozlak sözcük anlamı olarak "bozulma", "beğirme (koç melemesi)", "bağırma, feryat etme"den kaynaklanır. Bu özellik (ilerde açıklanacak olan) Ankara yöresi Seğmen oyunları figürlerinde olduğu gibi, Orta Anadolu Bozkır iklimine en iyi uyum sağlayan koçla özdeşleşmenin müziğe yansımasıdır.
Aşk, kader, ölüm, gurbet, sıla özlemi, sitem, isyan, ilenç ve üzüntü içeren bozlaklar, çok içli ve ince bir duygu yükü taşırlar.
Bozlaklar, bağlamanın alt tel "la" orta ve üst telin "re" ye çekilmesiyle elde edilen "bozlak düzeni " ya da "abdal düzeni"yle çalınır. Ancak alt ve orta telin "la", üst telin "sol"a çekilmesiyle elde edilen düzende de bozlak çalındığı görülmüştür.
Genellikle tiz seslerden ve yüksek bir ritmle başlayan bozlaklar daha sonra ağırlaşır ve dinleyenleri içeriklerindeki duygu yükünün etkisine alırlar.
Bozlaklar da ağıt ve uzun havalar gibi olay anında akla geldiği gibi söylendiğinden genellikle vezin içermezler, belli bir uyak düzeninde çalınıp söylenirler.
Bozlaklara örnek olarak Ankara'dan Keskin'e giden bir trenin çarpması sonunda ölenlere Keskinlilerin duygularını anlatan "Ankara'da yedim taze meyvayı" verilebilir.
Ankara'da yedim taze meyvayı
Boşuna da çiğnedim yalan dünyayı
Keskin'den de sildirin benim künyeyi
Söyleyin anama anam ağlasın
Anamdan gayrısi yalan ağlasın
Ankara'dan çıktım başım selamet
Keskin'e varmadan koptu kıyamet
Nazlı gelin de anam kime emanet
Söyleyin anama da çalsın nennimi
Kim alırsa alsın nazlı gelini
Keskininen Ankara'nın arası
Arasına da boz bulanık sular durası
Ne zormuş da anam gönül yarası
Söyleyin anama anam ağlasın
Anamdan gayrısi yalan ağlasın
Trene bindim de tren sallandı
Zalim doktor da ciğerimi elledi
İyi olursun dedi köye yolladı
Söyleyin anama da çalsın nennini
Kim alırsa alsın nazlı gelini
Ağıtlar
Ağıtlar her zaman hüznü, kederi, bir acıyı ve vakitsiz ölümleri anlatırlar.
Ağıt yakanlar, çok türkü ve ağıt bilen, sesleri güzel ve dokunaklı olan kimselerdir.
Ağıtlar ya olay ile yakından ilgisi olanlar tarafından ya da bu işi meslek edinmiş kimseler tarafından söylenir.
Sayısı pek çok olan bu ağıtlardan tipik ve güzel olan birkaç ağıt örneği vermekle yetindik.
Bunlardan ilki genç yaşta öldürülen ünlü bir efeye yakılan ağıttır.
Yağcıoğlu Efenin Ağıtı
Üç günden beri ahırda hapis kalan kır atı çekti. Üzerine sağrısını renkli püskülleri ile örten işlemeli Osmanlı eğerini vurdu. Ufak namlulu kakma sedefle kaplı mertinini terkisine soktu, kapının önündeki binek taşına kır atı çekti ve bir sıçrayışta binmesiyle mahmuzlaması bir oldu.
Bir hamlede Erzurum Mahallesini geçti. Maşatlığın altından güneşin battığı tarafa giden tozlu yola çıkıverdi.
Kır at, bu yolları çok iyi bilirdi
Bu yollardan bu, kaçıncı geçişiydi
Yelesini silkti, başını sağa, sola bir iki defa kaldırdı ve rahvan bir yürüyüşle Akköprüyü bir hamlede alıverdi.
Artık Ankara çoktan arkada kalmış, güneş, son ve ölgün ışıklarıylA Ankara Kalesini koyu bir kızıllıkla tutuştururken, uzaktaki sıra mor dağların ardına gömülüp gidiyordu.
Bu yol Beypazarının Karaşar Nahiyesine uzanırdı. Ama bu sefer ki yolculuk o tarafa değildi. Bu tozlu, ıssız yolun hemen sağında ağaçlar arasında daha ziyade zenginlerin ve ağaların konakladığı küçük iki katlı hanımsı şirin kulube vardı. Yukarıda bir odası, aşağıda da küçük iki odası, arkada bir ahır ve salonda bir peyke ile kavak dallarından yapılmış basit bir masası vardı. Bu küçük misafir haneyi, yaşlı, uzun kır saçlı, yılların kırıştırdığı yüzü, daima gülen Baba Oğuz işletirdi.
Kırk küsür yıldan beri bu küçük hanı işleten Boğuz ağaların sevgilisi olmuş, adeta Türkleşmişti.
Kır at, hanın önüne gelince her zamanki gibi uzun uzun kişnedi. Boğuz sesi tanımıştı. Birden koşarak kapıyı açtı. İki kat eğilerek ağayı selamladı, hemen atın geminden tuttu ve kapının önündeki iğde ağacına bağladı.
Kimdi bu gelen? Bu gelen lalettayin bir konuk değildi.
Evet bu gelen, o zamanın Ankara’sının meşhur dillere destan efesi, Yağcoğlu Ahmet Ağa idi.
Ellerini oğuşturarak ağaya yol açan Boğuz
Efelerin efesi ağam! Hoş geldin; sefalar getirdin, evime şeref verdin! Diyerek onu kapıdan buyur etti.
Her zaman onun sırtını sıvazlayan hal hatır soran ağanın yüzü bu sefer asık ve neşesi yoktu. Geniş adımlarla yukarıdaki odaya çıktı, köşedeki erkan minderine bağdaş kurup oturdu.
Boğaz, ağanın canının bir şeye sıkıldığını yüzünden okumuş fakat sual sormak cesaretini kendinde bulamamıştı.
Onu daha fazla üzmemek, kızdırmamak ve hizmette kusur etmemek için ortada fırıl firıl dönüyordu. Yıllanmış şarapla dolu bir testiyi ve üzeri meze ile donatılmış bir siniyi ağının önüne beş dakikada hazırlayıp getirdi.
Boğuz odaya girip çıktıkça, ağanın silahlığından çıkardığı gümüş köstekli saatine sık sık, bakışından, onun dönüp gideceğini anlamıştı. Kendi kendine içinden; "Nedir acaba ağayı bu kadar üzen şey?" diye düşündü yoksa!. İşin içinde bir kadın meselesi mi vardı?" Tecrübeli boğuz yanılmamıştı.
Yıllardır seviştiği dostu Şahinde’den ağa şüpheleniyordu
O gün Şahinde’ye iki üç gün için Karaşara gideceğini söylemiş, gece aniden dönüp, içini kurt gibi kemiren şüpheyi söküp atacaktı.
Ağa durmadan içiyor, tek kelime bile konuşmuyordu. Vakit gece geçmişti. Birden sofralık kalktı ve:
Boğuz çabuk atı hazırla diye bağırdı. Bu gürleyen sesten derin bir sessizliğe gömülen küçük han sallanır gibi oldu.
Efe, kır ata atladı karanlıklar içinde uyuyan Ankara'ya doğru gecenin sessizlik ve serinliği içinde dört nala uçar gibi kayboldu.
Gidişi gibi dönüşünde de kırat bir hamlede şehrin dar ve karanlık sokaklarına dalıverdi. Yüksek kerpiç duvarla çevrilmiş bir kapının önünde durdu. Her zaman olduğu gibi iki ön ayaklarını havaya kaldırarak şahlandı arka ayaklarının üzerinde bir çark yapıp, duvarın dibine yaklaştı.
Yağcıoğlu bir kaplan çevikliğiyle atın üzerinden duvara atladı; ordan zegaha çıktı ve dev yapılı vücudu ile yapıya yüklendi. Kapı bu acı kuvvete dayanamıyarak ardına kadar açıldı.
Evet; Yağcıoğlu efe aldanmamıştı. Şahinde’yi yorazı ile basmıştı. Neye uğradığını şaşıran Hacı İbrahim için yapılacak iş kalmamıştı birden ağanın ayaklarına kapandı, yalvardı ve:
Ağam kıyma gençliğime bağışla affet beni, tövbe, bir daha buralardan geçersem öldür beni.
Diye yalvardı...
Ağa ayaklarının dibinde yatan Hacı İbrahim’in bu perişan haline baktı, bir kadın için bir yiğite, kıyamazdı. Bu onun şanına yakışmazdı.
Kalk! korkak herif kalk! Yiğitlik öldü mü? Be Hey korkak!...
Delikanlılığın erkekliğin ayaklar altına serildiğini gören efe elinde tuttuğu topluyu silahlığına yerleştirirken:
Seni bu seferlik bağışladım, eğer bir daha değil benim, adımın dolaştığı yerlerde görürsem ibreti alem için seni öldürürüm dedi ve karanlıklar içinde kaybolup gitti.
Aradan üç beş ay ya geçmiş ya geçmemişti, şiddetli ve bir kıştan sonra bahar gelmiş, Ankara'da her yerden bahar fışkırıyordu.
Yağcıoğlu o gün içinde garip anlıyamadığı bir sıkıntı ile uyanmıştı.
Gizli bir el sanki yüreğini sıkıyor, içi daralıyor, şimdiye kadar duymadığı hissetmediği bir sıkıntı, boğazına gelip düğümleniyordu.
İçindeki bu sıkıntıyı biraz olsun def edip atmak için doğruca Hacı Mehmedin lokantısına uğradı, yukardaki odaşına çıktı; her zamanki gibi içkisi geldi bir iki bardak içti, şarap dahi ona bir tuhaf gelmişti..
Bir ara duvarda asılı sazı aldı bir iki gezinti yaptı, çok sevdiği kendi zeybeğini çaldı, nafile!.. Yüreğindeki o sıkıntıyı bir türlü söküp atamadı.
Sazı yerine astı, bir kadeh daha aldı, şöyle şehirden dışarı çıkıp belki açılırım diye düşündü ve tam kadehi başına kaldırıp yudumlarken kapının önünde bir gölge görür gibi oldu. Birden gözlerini oğuşturarak dikkatlice bakınca kapının önünde duranın Hacı İbrahim olduğunu farketmişti bu ne cüretti!.. Bu ne saygısızlıktı!..
Artık ona dersini vermenin zamanı gelmişti. Birden kabzasını kavradığı topluyu iki el arka arkaya ateşledi, meyhanenin derin sessizliğini delen bu acı tabanca sesi arasında Hacı İbrahim sağ omuzunu tutarak:
Ah anam yandım!
diyerek masanın altına yığılmıştı. Yağcıoğlu namlusundan hala duman çıkan toplu tabancasını silahlığına soktu, işlemeli cemedamını omuzuna aldı, meyhanenin kapısından çıkmak üzere idi ki; işte ne olmuşsa o anda olmuştu. Koca yiğit, koca çınar dalı, Ankara'nın ünlü efesi, henüz otuz üç yaşında koç yiğit arkasından atılan üç kurşunla vurulmuştu.
Bir an yerinde sarsıldı, sendeledi namert kurşun kalbini delmişti. Elini tekrar silahlığına attı amma, çekip çıkartmak için o kuvveti kendinde bulamadı. Gözü karardı, moraran dudaklarından sadece "anam" kelimesi dökülebildi. Bir dağın heyelanı gibi dev vücudu oracığa yığılıverdi.
Masanın altına yatan İbrahim ölmüş numarası yaparak, onu arkasından vurmuştu..
Bu ünlü efeye, bu yiğit zeybeğe ağlamayan, yas etmeyen Ankaralımı kaldı!..
Cenazesi kaldırılırken Erzurum ayağına insandan kale kurulmuştu. Çoluk çocuk, ihtiyar ardından dövündü, ağladı yas etti. Fakat o arkasında bir yiğitlik destanı ve üç körpe yavrusunu öksüz bırakıp gitmişti. Mekanı cennet olsun. İşte bu ünlü zeybeğin ağıtı.
Ben bir Yağcıoğluyum tükenmez derdim
Vilayetim Ankara mert oğlu merdim
Otuz üç yaşımda toprağa girdim
Vekilim Mustafa Fehmi evlat
Zeybeğim, zeybeğim şanlı zeybeğim
Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
Çekin kır atımı nalbant nallasın
Örtüverin bürüncüğümü sinek konmasın
Beni öldürene bu dünya kalmasın
Zalim kurşunu ile giden Ahmedim
Zeybeğim, zeybeğim şanlı zeybeğim
Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
Evimizin önü bir büyük bostan
Yağcıoğlu vurulmuş dillere destan
Her ana doğurmaz böyle bir arslan
Azgın yara ilen giden Ahmedim
Konma bülbül konma mezar taşıma
Şu gençlikte ölüm geldi başıma
Kahveden çıkdım başım selamet
Meyhaneye vardım koptu kıyamet
Üç körpe kuzum kime emanet
Vekilim Mustafa Fehmi evlat
Zeybeğim zeybeğim şanlı zeybeğim
Karaşarın içinde ünlü zeybeğim
Mezarımı Erzuruma katsınlar
Üstünede tarihin atsınlar
Vah
Bir yiğit ölmüş desinler
Zalim kurşunu ile giden Ahmedim
Erzurum çeşmeside horlaya horlaya akar
Benim üç körpe kuzum yollara bakar
Yağcıoğlunun ölümü çok canlar yakar
Azgın yara ile giden Ahmedim
Zeybeğim zeybeğim şanlı zeybeğim
Ankara'nın içinde ünlü zeybeğim
Kır atım ahırda bağlı kaldı
Martinim duvarda asılı kaldı
Üç körpe kuzumda ellere kaldı
Vekilim Mustafa Fehmi evlat
Ötme bülbül ötme mezarım başında
Kara toprak sardı beni genç yaşımda
Oğlu Fehmi EFEDEN

 Ankaralılar Vakfı  http://www.ankaralilarvakfi.org

 




İLETİŞİM

Kayaş Mah.19 Mayıs Bulvarı
No: 693 Mamak/ANKARA-TR

Tel: (0312) 372 79 38 - 372 34 70
Faks:(0312) 372 37 14
ankyra@ankyrareklam.com.tr ankyrareklam@gmail.com